“Art” kavramı, Fransızca, İngilizce ve Latince (artem) dillerinde ilk kez 13. yüzyılda kullanılmaya başlamış ve insana özgü hüner, beceri anlamıyla tanımlanmıştır. Bu terim, Latincedeki ars veya artem kökünden türetilmiştir; etimolojik olarak ise Yunanca techne kavramıyla akrabalık taşıdığı görülür. Her iki kök de insanın ustalığa, yönteme ve yaratıcı üretim kapasitesine dayalı eylemlerini ifade etmektedir (Tatarkiewicz, 1980). Ortaçağın üniversite müfredatında yer alan yedi özgür sanat —trivium (dilbilgisi, retorik, mantık) ve quadrivium (aritmetik, geometri, müzik, astronomi)— bu becerilerin kurumsallaştığı alanlardır. Dönemi itibarıyla bu disiplinlerde eğitim alan, entelektüel ya da uygulamalı beceri sergileyen bireyler “artizan” yani “zanaatkâr” olarak tanımlanırlar; yani hem zihinsel hem de el emeğine dayalı üretimler “artifex” (sanatkâr) şemsiyesi altında değerlendirilirler (Eco,1989). Ancak zamanla entelektüel, düşsel ya da estetik kaygılara dayanan yaratıcı faaliyetlerle, faydaya yönelik hünerli el işçiliğini birbirinden ayırma ihtiyacı belirginleşir ve bu pratik ihtiyaç, aynı zamanda kavramsal bir bölünmeyi de beraberinde getirir: Sanat ve Zanaat.
18. yüzyıla gelindiğinde sanat; edebiyat, mimari, heykel, dans, tiyatro ve opera gibi alanları ifade etmek için kullanılırken, zanaat gündelik yaşama dair hünerli el işçiliği ile ilişkilendirilen işleri karşılamaktadır (Shiner,2020). Bu ayrışmada Immanuel Kant’ın ölümsüz eseri “Saf Aklın Eleştirisi” (Critique of Judgment, 1790) adlı eserinde ortaya koyduğu “özgür sanat” ve “mekanik sanat” ayrımının belirleyici olduğu söylenebilir. Zira Kant’a göre, sanatın gerçek değeri faydaya değil, özgürlüğe ve hayal gücüne dayanır; bu da “yaratıcılık” (creativity) kavramının, sanatçının alamet-i farikası haline gelmesini sağlar (Kant, 2022 [1790]). On sekizinci yüzyıldan önce “sanat” ve “zanaat” kavramları birbirlerine yerine kullanılıp eşanlamlı görülürken, “sanatçı” ve “zanaatkâr” terimleri de eş değer görülmektedir. Nitekim sanatçı kelimesi yalnızca ressamlar ve besteciler için değil aynı zamanda ayakkabıcılar, at arabası tekerleği yapanlar, simyacılar ve sanat öğrencileri için de kullanılmaktadır. Ancak 18. Yüzyılın sonuna gelindiğinde artık “sanatçı” güzel sanat eserlerinin yaratıcısıyken, “zanaatkâr” sadece faydalı şeyler üreten ve hüner sahibi olanı tanımlamaktadır.
Bu noktada, liman kentleri tarih boyunca yalnızca ticaretin ve lojistiğin değil; aynı zamanda kültürel alışverişin, estetik çoğulculuğun ve yaratıcılığın, dolayısıyla sanatın ve zanaatın merkezleri olarak öne çıkarlar. Liman kentleri, farklı kültürel, ekonomik ve sosyal grupların karşılaştığı, etkileşime girdiği ve melez kimliklerin ortaya çıktığı temas bölgeleri olarak işlev görür (Hannerz, 1996; Braudel, 2021). Deniz yolları üzerinden taşınan sadece mal değil; fikir, tarz, teknik ve estetik de olmuştur. Bu bağlamda, yaratıcı üretimin doğasında bulunan disiplinlerarası etkileşim, farklılıklarla karşılaşma ve yeniliği teşvik eden “açık sistemler” liman kentlerinin karakteriyle örtüşür.
İzmir, Akdeniz coğrafyasındaki tarihsel pozisyonu itibariyle bu etkileşimlerin canlı bir örneğidir. Antik çağdan Osmanlı’ya, Cumhuriyet’ten günümüze kadar pek çok uygarlığın limanı olmuş; Levanten, Yahudi, Ermeni, Rum ve Türk nüfusun ortaklaşa şekillendirdiği bir kültürel dokuyu barındırmıştır. İzmir’i diğer liman kentlerinden ayıran en önemli özelliği, farklı uluslara ait insanlarla oluşturduğu bu ahenkli kültürel dokudur. Bu ahenkli ortamı tesis eden ise; şüphesiz ticarettir. İzmir’in ticari hayatındaki gelişmenin büyüklüğünü 1640’ta 60 olan han sayısının, sadece otuz yıl içerisinde 82’ye artmış olması üzerinden okumak mümkündür. Nitekim hanlar Osmanlı’da ticaret yaşamının kalbinde yer alırlar ve İzmir’de geleneksel “arasta” yapısını sergileyerek Kemeraltı bölgesini taşçılar, mermerciler, kavaflar ve kantarcıların içerisinde yer aldığı adeta bir zanaatkâr adasına dönüştürürler. 18. ve 19. Yüzyıllarda altın çağını yaşayarak Doğu Akdeniz’in en önemli liman kentine dönüşen İzmir, Osmanlı Devleti’nin de önde gelen ihraç limanı olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun özel mülkiyet konusunda ayrıcalıklı ili olan İzmir, 1850’li yıllarda 17 konsolosluğa ev sahipliği yapan, Osmanlı postanesinin yanı sıra Avusturya, Fransız, İngiliz, Alman, Rus, Yunan ve İtalyan postanelerinin hizmet verdiği entelektüel ve kültürel bir merkezdir. Ticareti kolaylaştıran ve besleyen bu yapılar kadar, kenti sosyal ve kültürel anlamda da cazip hale getiren kafeler, hanlar, pasajlar, tiyatrolar gibi yaratıcı buluşmaları destekleyen bir altyapının varlığı dikkat çeker. 19. yüzyılda Boğos Tatikyan’ın kurduğu İzmir’in ilk fotoğrafhanesi, takip eden yıllarda İzmir’de yeni fotoğrafhaneler (Foto Gagin, Hamza Rüstem Fotoğrafhanesi, Yıldız Fotoğrafhanesi gibi) ve fotoğrafçılar yoluyla bir yaratıcı yoğunlaşmanın önünü açar. 1890 tarihli Aydın Salnamesi’ne göre İzmir’de 35 gazino, 2 tiyatro, 3 kulüp bulunmaktadır. Öte yandan basılı neşriyat bakımından da İzmir’in ayrıştırıcı özellikleri bulunur. 19. Yüzyılda İzmir, Osmanlı basın tarihindeki ilk Fransızca gazetenin (Le Smyrneen, 1824) ve ilk Rumca gazetenin (Filos ton Neon, 1831) basıldığı Anadolu kentidir. 20. Yüzyılın hemen ilk yıllarında ise İzmir, Türkçenin yanı sıra Fransızca, Ermenice, Rumca ve İbranice dillerinde de 17 farklı gazetenin yayınlandığı tek şehirdir. Bu kozmopolit yapı, İzmir’in yalnızca bir ticaret limanı değil, aynı zamanda bir kültür ve yaratıcı üretim limanı olmasını da mümkün kılmıştır (Keyder, 2007; Eldem, 2010).

Yaratıcılığın tarihsel ve kavramsal temellerinin izini sürmek, yaratıcılığın doğduğu, gelişip kök saldığı mekânlara dair daha derin bir kavrayış geliştirmeyi mümkün kılar. İzmir örneğinde olduğu gibi, liman kentleri yalnızca mal dolaşımının değil; bilgi, kültür ve estetik biçimlerin de çok yönlü sirkülasyonuna olanak tanıyan açık sistemlerdir. İzmir’in zengin tarihsel katmanlarında, zanaatkârlıktan güzel sanatlara, matbaacılıktan çokdilli yayıncılığa, hanlardan postanelere, sahne sanatlarından kamusal buluşma alanlarına kadar genişleyen yaratıcı bir birliktelik gözlemlenir. Bu yapı, kentin sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve sanatsal kapasitesini de şekillendirmiştir. Yaratıcılık burada yalnızca bireysel bir yetenek ya da modern bir kategori değil; tarih boyunca kentsel yaşamın dokusuna sinmiş, coğrafyadan beslenen, çok kültürlülükle ve üretimle iç içe geçmiş kolektif bir pratik olarak tezahür eder.